
Geçtiğimiz hafta, iki ayrı kongredeydim. İlki, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı tarafından düzenlenen 11. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’ydı.

Geçtiğimiz hafta, iki ayrı kongredeydim. İlki, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı tarafından düzenlenen 11. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’ydı.
Türk Tıp Dünyası Kurultayı’ndaki panellerden biri, “Uzun Süreli Bakım ve Sigorta Sistemi: Dünya Modelleri ve Türkiye Perspektifi” adını taşıyordu. Konuya kamu ve özel sağlık sigortacılığı açısından yaklaşımlar değerlendirildi.
İkincisi, “Değer Temelli Hizmet Modelleri ve Sağlık Sigortasında Dijitalleşme Paneli”nin yer aldığı HIMSS diye bilinen bir Uluslararası Kongre’ydi (Sağlık Bilgi ve Yönetim Sistemleri Topluluğu : Healthcare Information and Management Systems Society). Moderatörlük yaptığım bu panellerde çok değerli görüşler aktarıldı. Önümüzdeki hafta yapılacak başka bir toplantıyla birleştirerek, bu konudaki yorumlarımı sizlerle paylaşacağım.
“Bilimin Sınırlarını Aşan Bir Biyoteknoloji Yolculuğu”
Bu hafta, HIMMS’de Standford Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Utkan Demirci’nin konuşmasını dinleme fırsatı buldum. Başlıkta da bir bölümü yer alan ve cümlelerini Sevgili Utkan Hoca’dan aldığım konuşmasında Hoca, bilimde en büyüleyici şeyin, bir alanda geliştirilen bir fikrin bambaşka bir alanda yepyeni bir kapı açabilmesi olduğundan başladı.
Aslında başlığın tamamı, “Sıtma’dan Uzaya: Bilimin Sınırlarını Aşan Bir Biyoteknoloji Yolculuğu”. Hoca, açılan bu kapıların sadece yeni bilgiler getirmekle kalmadığını; “translasyonel Tıp” sayesinde gerçek ürünlere, gerçek uygulamalara dönüşerek bir gün hastalara dokunabilecek çözümlere evrildiğini anlattı. “Translasyonel Tıp”, temel araştırmaların laboratuvarda yapılan keşiflerden çıkarak gerçek klinik uygulamalara doğru ilerlediği bir süreç olarak tanımlanır.
Sıtma (malaria) araştırmalarında ortaya çıkan bazı yeniliklerin uzay biyolojisine, oradan da modern biyoteknolojiye uzanan bir zincir etkisi oluşturmasının tam olarak böyle bir hikâye olduğunun örneklerini paylaştı. Sıtma taraması için geliştirilen, yerçekimi etkilerinden faydalanan hücre ayrıştırma yöntemlerinin, başlangıçta yalnızca küresel sağlık için pratik bir çözüm olarak düşünüldüğünü ancak bu yöntemin ne kadar esnek ve güçlü bir araç olduğunu anlattı. Hücrelerin yoğunluğa göre farklı şekilde davranması prensibinden hareketle bu noktaya ulaşıldığını aktardı.
“Uzayda Biyofabrikasyon”
Bu yaklaşımın yerçekimsiz ortama, yani uzaya taşındığında şaşırtıcı bir avantaj oluşturduğunu, mikrogravitide hücrelerin, hiçbir yapay iskelet veya kalıp olmadan kendiliğinden üç boyutlu yapılara organize olabildiğini belirtti. Böylelikle dünyada oluşturulması çok zor olan doku yapılarının uzayda adeta kendiliğinden bir araya geldiğinin gösterildiğini yani “uzayda biyofabrikasyon” denilen yeni bir alanın doğduğunu açıkladı. Bunun bir yandan ileri doku mühendisliği için yeni ufuklar açtığını bir yandan da uzay biyolojisinin geleceğini şekillendiren ilk adımlardan biri olduğunu vurguladı.
Prof. Utkan Demirci, uzay koşullarında öğrenilenlerin dünyada yeni uygulamalar doğurduğunu, aynı fiziksel prensiplerle kanserden nörolojik hastalıklara kadar birçok alanda bozulmamış, yüksek canlılıktaki hücre popülasyonlarını ayırmak için kullanıldığını aktardı. Böylelikle ileri analizlerle tek bir teknoloji hattının; hem küresel sağlık sorunlarına çözüm üretmeye, hem uzayda yeni biyolojik üretim yaklaşımları geliştirmeye, hem de dünyada hassas biyoteknoloji uygulamalarını güçlendirmeye hizmet eder konuma ulaştığından söz etti.
İzleyenlerin tamamının çok etkilendiği konuşmasını, Sevgili Utkan Hoca şu tespitle bitirdi; “bir sağlık sorununu çözmek için geliştirilen doğru bilimsel yaklaşım, çoğu zaman sınır tanımaz. Malaria araştırmalarından doğan bir fikirle bugün uzayda doku üretmek ve dünyada biyomedikal araştırmaların geleceğini şekillendiren platformlar geliştirmek mümkün olduysa, bilimin gerçekten de ne kadar bağlantılı ve sürprizlerle dolu olduğu bir kez daha görüldü.”
Utkan Demirci, Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi Canary Kanser Erken Teşhis Merkezinde kendi araştırma grubunun başında görev yapmakta, 2005-2014 yılları arasında Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi Brigham and Women’s Hastanesi ve Harvard-MIT Sağlık Bilimleri ve Teknolojileri Biyomedikal Mühendisliği Bölümü’nde Biyo-Akustik Mikro-Elektro Mekanik Sistemler Laboratuvarını kurmuş ve yönetmiş.
2013 yılında epilepsi (sara) hastalığının tanı ve tedavisinde kullanılabilecek ucuz ve etkili bir cihaz geliştirerek Bright Future Ödülüne layık görülmüş. 2006 yılında AIDS hastalığı üzerine yaptığı çalışmalarla Massachussetes Institute of Technology (MIT), Technology Review Magazine tarafından biyoteknoloji alanında dünyayı değiştirecek olan ilk 35 bilim insanı arasında gösterilen Türk bilim insanıdır.
Üniversite giriş sınavında ilk 100’e girdiği için Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Fakültesi’nde 1 yıl okuduktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne giden ve lisans eğitimini tamamlayan Utkan Hoca, 2001 yılında Standford Üniversitesi’nde yüksek lisans ile hem doktora hem de işletme yönetimi yüksek lisans derecesi almış.
2007 yılında “Dünyanın Geri Kalmış Yerlerindeki HIV/AIDS Sağlık Sorunları İçin CD4 Ucuz, Tek Kullanımda Atılabilir Biyonano Çip” Projesi ile TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD tarafından her yıl başarılı bilim insanlarına verilen Teknoloji Ödüllerinden “Nanoteknoloji, Biyoteknoloji ve Nanobiyoteknoloji Onur Ödülü”nü almıştır.
Prof. Utkan Demirci’nin, gerçekleştirdiği bu çalışmalar ve onları paylaşırken gösterdiği alçak gönüllülük, inanın kelimelerle anlatılamaz. Yıllardır bu tür toplantılarda dinleyip giderek artan saygıyla izlediğim Utkan Hoca ile sohbet ettiğimde, çok farklı yaklaşımlarına da tanık oldum. Örneğin; üniversite giriş sınavında ilk 100’e girenlere Milli Eğitim Bakanlığı bursu verilmesine ilişkin kararı verenlere halen duyduğu saygı ve vefası, sadece bu yıl Haziran ayından bu yana 7 defa Türkiye’ye gelerek bilgi ve deneyimini paylaşması, “Kemal Sunal esprilerine birlikte gülen aile yapısı” tercihi burada paylaşabileceklerimden sadece üçü…
İyi varsın Sevgili Utkan Demirci Hocam, küresel bir değer olarak bilime ve sağlığa katkılarınla, ülkemizi temsil etmekte gösterdiğin gayretlerin ve duyarlılığın için önünde saygıyla eğiliyorum.
“10 Kasım’a Özgü”nün Devamı
10 Kasım tarihli yazımı hazırlarken, taslağın uzun olması üzerine, bazı küresel isimlere ilişkin derlediğim tespitleri bir sonraki yazımda paylaşacağımdan söz etmiştim. Bu yüzden, kaynaklardan derlediğim sadece iki tespitimi aktaracağım.
Öncelikle, Atatürk’ün Time Dergisi’ne iki defa da kapak olmasına değinmek istiyorum. Bu iki resim, iki ayrı kapağın resmidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yılı ile Time Dergisinin 100. yılı aynı yıllara isabet ediyor. Mustafa Kemal Atatürk Time Dergisi’ne birçok defa konu olmuş hatta iki defa da kapak konusu olmuştur. Resimlerinden de anlaşılacağı üzere ilki, 24 Mart 1923, yani Dergi’nin kurulduğundan 3 hafta sonra 4. sayısında, ikincisi ise aradan sadece 4 yıl geçince 21 Şubat 1927 tarihlidir.
Time Dergisi, 2013 yılında 90. yıl dönümünü kutlarken 90 kapak hikâyesini ayrıca bir yazı olarak ele almış. “90 Kapak Hikâyesi ile Modern Tarih Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey” başlığıyla geçmişten bugüne 90 isim seçmiş ve listedeki ilk sırayı Mustafa Kemal Atatürk’e vermiş.
Listede; Charlie Chaplin, Benito Mussolini, Mahatma Ghandi, Joseph Stalin, Adolf Hitler, Kraliçe II. Elizabeth, Fidel Castro, John F. Kennedy ve Papa II. John Paul gibi isimler bulunuyor.
Time’a kapak olan diğer Türkler; İsmet İnönü, Şükrü Saracoğlu, Adnan Menderes, Kenan Evren, Mehmet Ali Ağca, Naim Süleymanoğlu, Mine Karakaş, Prof. Dr. Mehmet Öz, Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Özlem Türeci ve Uğur Şahin…
İlk kapağın haberinde, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun 7 ay öncesinde, “Mustafa Kemal Paşa, ‘Türk nerede kendi kendisinin efendisidir?’ sorusuna verdiği ‘Türkiye’de’ cevabı bir ön yargıyı değiştirmiştir. Bu sözler “politikasının temel özelliklerini özetler. Mustafa Kemal, insanları yabancı otoriteye kölece boyun eğme batağından kurtardı, onları doğuştan gelen niteliklerinin farkına varmaya, düşünce ve eylemde bağımsızlığa kavuşturdu” ifadesine yer verilmiştir.
İlk Kapak’ta yer alan Atatürk çizimi, 17 Ocak 1923 günü İzmit’te çekilen video ve fotoğraflardan faydalanılarak hazırlanmış. Gülen yüzüyle yansımış olsa da Mustafa Kemal Paşa aslında derin bir hüznün içinde olduğu, 14 Ocak 1923 tarihinde kendisine tahsis edilmiş trenle Ankara’dan Eskişehir’e geldiğinde, 15 Ocak gün ağarmadan az önce Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırarak, “Bir haber var mı?” diye sorduğu, “Şifre geldi ama çözülmedi” cevabı üzerine “Annemin öldüğünü biliyorum bir rüya gördüm yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum, birden bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü” dediği anlatılır.
Yazımı 1936 yılında yaşanan İngiltere Kralı VIII Edward’ın Türkiye’de Atatürk tarafından ağırlanması sonrası Kraliyet Sarayı’nda verdiği sekiz saat süren yemekte yaşananları aktararak bitirmek istiyorum. Konuklar Kral’a, “Bize Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatın” sorusu soruyorlar, Kral’ın söyledikleri sonrası söz alan Sigmund Freud “Hangi dilden, hangi dinden, hangi topraktan olursan ol, Atatürk’ü “sevmemek” mümkün mü” diye başlıyor sözlerine. Kral, “Neden böyle kesin ve keskin düşünüyorsun” diye sorduğunda ise kayıtlarda Freud’un şu cevabı yer alıyor;
“Esir aldığı komutanlara insanca davrandı, esir aldığı bayrakları çiğnemedi, çiğnetmedi, esir aldığı halklara saygı duydu, O sadece toprağını korudu, ülkesini ve milletini sevdi, onlar için savaştı, tüm insanlığa, mazlum milletlere örnek oldu, emperyalizme dur dedi, çağdaş düzeni kurdu, özgürlükleri inançların serbestliğini, kadınlara seçme seçilme hakkını, bilimi, doğanın korunmasını, sanatı ön plana çıkardı, daha ne yapsaydı biz evrensel bilim insanlarına…”
Kurtarıcı ve Kurucumuz Atatürk’ü tekrar rahmet ve minnetle anıyorum, ruhu şad olsun.
halukozsari@gmail.com / www.halukozsari.com / hozsari@iuc.edu.tr














